Yirmibirinci yüzyılda çevrenin kazandığı önem ve bu önemin sürekli artması ile birlikte bütün ülkelerin bu konuda taşıdıkları
sorumluluk da artmakta. Çevre değerlerini tahrip etmeyen bir kalkınma anlayışı bugün yanlızca her ülkenin üzerinde düşündüğü bir
konu değil, uluslararası kuruluşlar ve kanunlar bünyesinde incelenen bir ortak politika haline gelmiş bulunmakta.rnrnBölgesel bir
güç olan Avrupa Birliğine tam üyelik için bekleyen Türkiye'de çevre koruma konusunda yanlızca AB'deki değil, uluslararası
platformlardaki uygulamaların benimsenmesi de öncelikli konular arasında. Özellikle denize bırakılan atıklar konusunda, boğazları
nedeniyle hassas olan Türkiye'nin bugünki tutumu bir hayli önemli.rnrnÇevre hukukunun özellikle son yirmi beş yılda önem kazandığı
görülmekte. Bu süreçte, iki önemli gelişme uluslararası çevre hukukunun mihenk taşlarını oluşturmuşlardır. Bunlardan ilki 1972
tarihli Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı neticesinde imzalanmış olan Stockholm Deklarasyonu. Bu deklarasyonun hemen
akabinde Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) kurulmuş ve bu kuruluş zamanın Avrupa Topluluğunun çevre konusunda ilk
girişimlerini yapmasında etkili olmuştur. İkinci mihenk taşı, Stockholm Deklarasyonu'nun 20. yıldönümüne denk gelen 1992 yılında
Rio'da yapılmış olan Birleşmiş Milletler Çevre ve Dünya Zirvesi Konferansıdır. Bu konferans, çevre koruması ve gelişmesi ile
ilgili çalışmalarda bulunmak üzere siyasi liderler, hükümet dışı organizasyon temsilcileri ile konuyla ilgili bilim ve akademik
çevrelerini biraraya getirmesi bakımından oldukça önemli.rnrnÇevre hukuku, bir takım çevre sorunlarının ulusal sınır tanımaması
nedeniyle uluslararası bir karaktere sahip. Bu özellikle, deniz, nehir,ve hava kirliliği gibi toprak sınırı tanımayan alanlarda
kendini gösteriyor. Buradan hareketle çevre kirliliğine değin sorunların da ancak uluslararası girişimlerle çözülecek cinsten
oldukları söylenebilir.rnrnStockholm Deklarasyonunu, Dünya Çevre ve Gelişme Komisyonunca Birleşmiş Milletlere sunulan 1987 tarihli
Ortak geleceğimiz başlıklı rapor takip etti. Brundtland Raporu olarakta anılan rapora göre çevre ve gelişimi arasındaki bağ,
Stockholm Deklarasyonun'dan bugüne daha fazla bir önem kazanmış. Bu raporla sustainable development (sürdürebilir kalkınma)
kavramı da ön plana çıkıyor.rnrnSon yıllarda uluslararası çevre hareketlerindeki gelişmelere göz attığımızda dikkat çeken ilk
husus fauna-flora'nın korunmasına verilen önem. Bunu takiben sektörel problemler araya girmiş, en son boyutta ise çevre
korumacılığında karşılaşılan evrensel problemler tartışılmış. Uluslararası kanunlar çerçevesinde tartışılan konular iklim
değişikliği, tropik ormanlar, ozon tabakası ve Antartika olmuş, bunlar ise çevre korumacılığının evrensel bir boyuta taşındığını
göstermişlerdir. Bu yaklaşımlar arasından kanunla düzenlenen ilk konu Deniz Hukuku olmuş, 10 Aralık 1982 tarihinde Montego
Körfezinde Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konvansiyonuimzalanmıştır. (UNCLOS) Konvansiyonun üçüncü bölümünde deniz çevrelerinin
korunması ve temizliğinin muhafaza edilmesi, okyanus ve denizlerin global bir seviyede korunması gerektiği savunulmuştur. Bu bölüm
üzerinde önemle durulması gerekliliği Amoca Cadiz kazasından sonra ortaya çıkmıştır. Zira, kazadan sonra yayılan yağ kirliliği
deniz çevrelerinin korunması gerektiği ilkesiyle global bir çözüm aranan sorun haline gelmiştir. 1958 tarihli Yüksek Denizler
Konvansiyonu ve Kıta Sahanlığı Konvansiyonu çok kısa olarak bu konuya değinmişseler de, o güne kadar yapılan hiçbir girişim
UNCLOS'un 197 nolu maddesi kadar bölgesel ve global çaplı işbirliğini öngörmemiştir. UNEP Bölgesel Deniz Programı şemsiyesi
altında, bölgesel denizler (Akdeniz, Karayip, Arap Körfezi, Güney Pasifik vb.) için birkaç eylem planı kabul edilmiştir. Denizdeki
yağ kirliliği ise -daha az global- bir seviyede de olsa uluslararası konvansiyonlar tarafından kontrol edilebilmektedir. Bu
konvansiyonlar sadece yağ kirliliğini azaltmada değil, aynı zamanda hasarların karşılığının ödenmesi ve acil durumlarda
işbirliğini öngörürmektedir.