Tartışmaya daha açık olan ikinci prensip ise; Topluluk hukuku ve milli hukukun kümülatif uygulanması ilkesine
dayanmaktadır. Bu prensip Topluluk hukuku ile milli hukuk arasında uygulama üstünlüğü olmadığını, bir hukuktaki hükmün
diğerindeki bir hükmü geçersiz kılmasının mümkün olmadığını ve dolayısıyla her iki hukukun da karşılıklı uygulama şartlarının
kümülatif olarak yerine getirilmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Gerçekten de, milli mevzuatlar 85. ve
86. maddelerin kapsamına giren bazı durumlarda etkisiz kalabiliyordu. Özellikle Ãœye Ãœlkeler arasındaki ticareti etkileyecek
boyuttaki ihlallerin önüne geçmekte sadece milli hukukun müeyyideleri yetersiz kalıyordu. Ancak bu durumda da, bir ihlalin hem
Topluluk makamlarınca hem de milli makamlarca yürütülen paralel soruşturmalara tabi olması ve sonuçta caydırıcı mekanizmaların
rekabeti engelleyici duruma düşme riski ortaya çıkmaktadır. Nitekim, Almanya'da faaliyet gösteren yedi renklendirici madde
üreticisi firma fiyat belirlemeye yönelik uyumlu eylem içerisine girdikleri gerekçesiyle Bundeskartellamt tarafından mahkum
edilirken, bu firmaların dördü aynı gerekçeyle Komisyon tarafından da mahkum edilmiştir. [6]
Üçüncü ve
son prensip ise ihtilaf halinde Topluluk hukukunun üstünlüğünün kabulü ilkesine dayanmaktadır. Uluslararası Antlaşmaların
-ki Roma Antlaşması da böyle bir antlaşmadır- iç hukuka karşı üstünlüğüne, ilk defa Costa k. ENEL davasında[7] Yüce Divan
tarafından değinilmiştir. Diğer taraftan, böyle bir üstünlüğün sadece Roma Antlaşması hükümlerini kapsadığı ve bu Antlaşma
vasıtasıyla oluşan hukuğu kapsamadığı yönünde de görüşler mevcuttur.
Her ne kadar yukarıda değinilen
prensiplerin zamanında tutarlı yönleri olmuş olsa da, zaman içerisinde, mevcut milli ve Topluluk mevzuatları çerçevesinde
oluşan içtihatlar, sözkonusu tartışmaların aslında sonuca bir etkisinin olmadığını göstermiştir. Çünkü Topluluk Rekabet
Hukuku daima milli yasaların önünde gelmektedir.
Bu durumda da Almanya Yüksek Mahkemesi'nin aldığı Karar'ın
Topluluk Rekabet Hukuku'na da uyumlu olduğu kuşkusuzdur.
Mesele Türkiye açısından değerlendirildiğinde;
Türkiye-AT ilişkilerinde Rekabet Hukuku konumu itibariyle Türkiye Cumhuriyeti, AET - Türkiye arasındaki Ankara Anlaşması (1963)
ve Katma Protokol (1971) ile Kurucu Roma Antlaşması'nın 85, 86 ve 90. maddelerine uyumlu bir rekabet kanununu yürürlüğe almayı
taahhüt etmiştir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, 6 Mart 1995 tarihli ve 1/95 sayılı 36. Dönem Ortaklık Konseyi Kararı'nın 39 (2-a)
maddesi ile Topluluk içtihatlarını kabul etmiştir. Böylelikle AT içtihat hukuku Türkiye'de geçerli kılınmıştır. Sonuç olarak
havuz sistemine ilişkin, Alman Yüksek Mahkemesi'nin aldığı ve Topluluk Rekabet Hukuku'na uyumlu Karar'ının Türkiye Cumhuriyeti
Rekabet Kurulu'nun ilgili konudaki araştırmasına yön gösterici olduğu kuşkusuzdur.
Ayrıca konu, Topluluk
Komisyonu'na intikal etmiştir. Komisyon'un alacağı karar, Alman Yüksek Mahkemesi'nin doğrultusunda olur ise ve bu yöndeki
Komisyon kararını -usul ve esas bakımından gelişmelere göre- Bidayet Mahkemeleri ya da Avrupa Toplulukları Adalet Divanı'nın bir
itiraza karşılık onaylaması durumunda, artık ilgili içtihatın Türkiye'de 1/95 OKK 39 (2-a) maddesi gereği doğrudan
uygulanabilirliği sözkonusudur.