Türkiye'de Rekabet Kanunu tartışmaları 70'li yıllara dayanmaktadır. O dönemde özel ve kamu kesimi belli başlı iki düzenlemeye
karşı çıkmaktaydı: Rekabet ve Tüketici Kanunları. İthal ikamesinin hakim olduğu dışa kapalı bir ekonomik sistemde bu tür
düzenlemelerin pek bir faydası olmadığı, karlılığı düşürdüğü ve dışa açılmak için gerekli sermaye büyüklüğüne ulaşmada engel
teşkil edeceği savunulurdu. Ancak 80'li yıllar ile birlikte ithal ikamesi rejiminin terk edilmesi ve ihracata yönelik
politikaların geliştirilmesi rekabet düzenlemelerine karşı bu tür yaklaşımların geçerliliğini yitirmesine neden oldu. 90'lı
yıllarda ise küreselleşen Dünya ekonomisinde ticaretin gerek iç piyasada gerekse dış piyasalarda eksik rekabetten uzak ve tam
rekabetin tesis edildiği bir ortamda gerçekleşmesi gerektiği ortaya çıktı. Türkiye'de de ilk ciddi kanun hazırlıkları bu döneme
rastlamaktadır.
Ulusal rekabet kanunları iç piyasa düzenlerini rekabeti kısıtlayıcı unsurlardan temizleyerek uluslararası
ticarette rekabetin gelişimine katkı sağlamaktadır. Türkiye de parlementer demokrasiyi ve serbest piyasa ekonomisini benimsemiş
modern Dünya'nın üyesi bir ülke olarak, ekonomisini geliştirecek ve Dünya ile bütünleştirecek bir kanunu milli mevzuatına Avrupa
Birliği'nden aktarmıştır. Nitekim Türkiye, bu unsurlara ek olarak, Avrupa Topluluğu ile arasında kurulan Gümrük Birliği'nin Son
Dönemi'ne ilişkin 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı'nın 39uncu maddesinin birinci paragrafında Topluluk Kurucu Antlaşması'nın 85
ve 86ncı maddelerine (Amsterdam Antlaşması 81 ve 82nci Maddeler) uyumlu bir Rekabet Kanunu'nu yürürlüğe koymayı kabul etmiştir.
Ayrıca Anayasa'nın 177nci Maddesi'nin birinci fıkrası hükmü ile Devletin piyasalarda fiili ya da anlaşmalar sonucu ortaya
çıkabilecek tekelleşmeyi önleyeceği öngörülmektedir. Böylelikle Türkiye'nin gerek milli ihtiyaçları, gerekse uluslararası
taahhütleri sonucu 4054 Sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun yürürlüğe girmiştir.